Zamanın başlangıcında, uzak diyarların birinde, dağların ardında bir krallık vardı. Aynalar Ülkesi adı verilen bu ülkede, gece bile parıldardı. Güneş doğmadan önce ülke aydınlanır, yıldızlar yere düşmüş gibi parlar, her yüzey bir yansıma taşırdı.
Bu yansımaların sebebi ülkenin dört bir yanına yerleştirilmiş aynalardı. Ülke adını da buradan almıştı. Evlerin kapıları ve pencereleri, duvarlar, yollara döşenen taşlar — hepsi aynadandı. Her an, her yerde yansımanızı görmeniz mümkündü.
Ülkede sayısız tanrı ve tanrıçaya inanılırdı. Ama halkın kalbi yalnızca birinde atardı: Femvertia. Çünkü o yalnızca kutsal değildi — her yerdeydi. Her yansımada, her bakışta, her kuşkuda…
Femvertia, güzellik ve özsaygı tanrıçasıydı. Halk onun emirlerine uyar, onun için sürekli ayna karşısına geçerdi. Çünkü aynaya bakmak, Aynalar Ülkesi’nde bir ibadet biçimiydi. Bu yüzden her yere ayna döşenir, her biri ona adanırdı.
Aynalar bu ülkede sıradan nesneler değildi. Onlar, Femvertia’nın tapınaklarıydı.
Hiç kimse Femvertia’yı görmemişti; sesini duyanlarsa farklı farklı anlatırdı. Çünkü Femvertia herkese aynı şekilde konuşmazdı. O, yalnızca aynanın karşısına geçen kişiye fısıldardı. Ve her kadına, yalnızca ona özel olduğunu hissettirirdi.
Bir kadın aynaya baktığında, Femvertia’nın sesi kulaklarına değil, zihnine süzülürdü:
“Bu sabah gözlerin yorgun. Kimse seni fark etmeyebilir.”
“Kendini biraz düzeltirsen, herkes senin ne kadar zarif olduğunu görecek.”
“Bugün ışıldarsan, başaracaksın.”
Sesi nazikti. Su gibi, kadife gibi…
Ama söylediği hep aynıydı:
“Sen olduğun gibi yetmezsin. Ama benim yardımımla kusursuz olabilirsin.”
İşin tuhafı şuydu: Femvertia asla yargılamazdı. Ama insanlar, onun adına kendilerini yargılamayı öğrenmişti.
Her ayın ilk günü, Aynalar Ülkesi’nde Yansı Ayini düzenlenirdi. Kadınlar, meydandaki dev Kristal Ayna’nın önünde toplanır, kendilerine Femvertia’nın gözünden bakarlardı. Bazıları ağlar, bazıları tapar, bazılarıysa “daha çok çalışmalıyım” diyerek evine dönerdi.
Fakat güzellik ve özsaygının bedelsiz bir şey olduğuna kimse inanmazdı. Femvertia fısıldar, aynalar konuşur; ama bu seslere uymak isteyen herkes bir bedel öderdi.
Ve işte o bedelin sahibi ise Taxora idi.
Femvertia ışığın, zarafetin ve görünmenin tanrıçasıysa; Taxora, gölgenin, alışverişin ve görünür olmanın bedelinin tanrısıydı.
O da görünmezdi. Tapınakları yoktu. Ama pazarlarda, güzellik ürünleri satan tezgâhlarda, aynaların yanındaki bakım masalarında onun nefesi hissedilirdi.
Taxora konuşmazdı.
Çünkü kadınlar zaten onun adına konuşmayı öğrenmişti:
“Bu yılın sabunları daha parlak yapıyor.”
“Bu merhem gözaltlarını gizliyor.”
“Bu toka daha zarif gösteriyor.”
Her ürünün arkasında Taxora’nın mührü vardı — Görünmeyen ama hep var olan bir vergi gibi.
Üstelik bu bedel yalnızca altınla değil, zamanla, enerjiyle ve kaygıyla ödenirdi.
Ve bu bedeli en çok da kadınlar öderdi.
Femvertia seni ışıldamaya çağırır, Taxora o ışıltıyı satın alınabilir hale getirirdi.
Leya bu sistemin içinde doğmuştu.
Femvertia’nın fısıltılarını ilk kez kendi kulaklarında değil, annesinin yüzünde duymuştu. Göz altındaki çizgilerden utanarak gülümseyen, rujunu sürerken aynaya fısıldar gibi dua eden bir kadının yüzünde…
Taxora’nın gölgesini ise pazarlarda görmüştü. İnce işlemeli tokaların, daha parlak sabunların, “yenileyici” yüz merhemlerinin karşısında tereddütsüzce kesilen altınlarda.
Bir gün, Yansı Ayini yaklaşırken, annesi her zamankinden daha heyecanlıydı.
Her sabah olduğu gibi, o sabah da aynanın karşısına geçti.
Ama bu seferki farklıydı.
Bu, Femvertia’nın kendisini izleyeceği gündü.
Yani sıradan bir sabah değildi; kutsal bir davete hazırlanılan gündü.
Saçlarını tek tek taradı.
Tararken her düğümü dikkatle çözdü; sanki her düğümle birlikte günahlarından arınıyormuş gibi.
Sonra örmeye başladı.
İnce bir dikkatle, sabırla, alışkanlıkla.
Öyle ki, elleri düşünmeden işliyor; zihni ise sessiz bir huzurla doluyordu.
O, güzelleşmiyordu, güzellik onun ibadetiydi.
Dolabını açtığında, eline hemen gül kurusu elbisesi geldi.
Sanki elbise onu seçmiş gibiydi.
İpek dokusu eline değdiğinde hafifçe gülümsedi.
Üzerine geçirdiğinde, omuzlarındaki ağırlık kalkmış gibiydi.
Sanki tanrıça onunla konuşmadan önce, bedenini kabul etmişti.
Boynuna küçük bir kolye taktı.
Bir armağan değil, bir adak gibiydi.
Yanaklarına hafifçe renk sürdü, ama aynaya bakarken ifadesi hâlâ ciddiydi.
Bu süsleniş bir şenlik değil, bir hazırlıktı.
Ve Leya, kapı aralığından onu izliyordu.
İzlediği bir kadındı.
Ama içten içe hissettiği, gözlerini kaçırdığı bir yansıma, bir ihtimal, bir kendilikti.
Annesinin her hareketi bilinçliydi.
Ama neden yaptığını sorsan, cevap veremezdi.
Çünkü yaptığı şey, onun için doğal olandı.
Sorgulanmazdı.
O sadece tanrıçanın huzuruna çıkmaya hazırlanıyordu.
Ve bu, onun için güzelleşmek değil, görülmeye layık hâle gelmekti.
Hazırlığına devam ederken, aynaya bakmadan seslendi:
“Leya, sen de hazırlan kızım.”
Bunu söylerken sesi yumuşaktı.
Bir emir değildi, alışkanlıkla söylenmiş bir söz gibiydi.
Sanki yıllardır aynı günde, aynı saatte, aynı cümle tekrarlanıyormuş gibi.
Leya cevap vermedi.
Ne “peki” dedi, ne de hareket etti.
Ama gözleri, annesinin saçlarını örüşünü, elbisesini düzleyişini, kolyesini boynuna takışını kaydediyordu.
Hiçbirini atlamadan.
Sanki bir şey öğrenmiyordu — çoktan bildiği bir şeyi sessizce hatırlıyordu.
Ay, sabahın ilk saatlerinde gökyüzünü terk ederken,
Aynalar Meydanı kadınlarla dolmaya başlamıştı.
Kristal Ayna’nın önünde biriken kalabalık sessizdi, ama herkesin içinde bir uğultu vardı.
Leya ve annesi, meydanın taşlarla döşeli merkezine doğru yürüdüler.
Kadınlar sustuğunda bile adımlar yankı yapıyordu.
Çünkü meydanın zeminindeki aynalar, ayak seslerini çoğaltırdı.
Her adım, bir karar gibi duyulurdu.
Ve sonra, karşılarına Kristal Ayna çıktı.
Kristal Ayna sıradan bir yüzey değildi.
Boyu bir kule kadar uzanır, genişliği bir göl gibi yayılırdı.
Ama asıl özelliği, yalnızca fiziksel yansımayı değil, içsel çatlakları da yansıttığına inanılmasıydı.
Bu ayna, kimilerine kendilerini tüm ihtişamıyla gösterirdi.
Kimilerine ise en çok kaçındıkları yanlarını…
Femvertia’nın gözü olduğuna inanılırdı.
Ve onun gözü, görünüşten çok, görünmeyi hak edip etmediğini ölçerdi.
Annesi aynanın karşısına geçti.
Başını dik tuttu, omuzlarını gerdi.
Gülümsedi.
Ve Femvertia fısıldadı:
“Gözlerinin kenarındaki çizgiler derinleşmiş.”
“Tenin solgun bugün.”
“Sen bu ışıkta seçilmezsin.”
Annesinin gülümsemesi, bir adım geri çekilmiş gibi titredi.
Ama kalabalığın içindeydi.
Gülümsemeye devam etti.
Leya aynanın yanına geldi.
Yüzü ifadesizdi.
Hazırlanmamıştı, ama fark edilmek de istemiyordu.
Femvertia ona da fısıldadı:
“Saçların dağınık.”
“Gözlerin uykusuz.”
“Kendine böyle mi davranırsın?”
Leya başını çevirmek istedi.
Bir yanıyla omuz silkti içinden.
Ama fısıltının bıraktığı o ince sızı, görmezden gelinemeyecek kadar keskindi.
Annesi bir süre daha aynaya baktı.
Ne gördüğünü kimse bilmedi.
Ama aynadan uzaklaşırken gözlerinde bir buğu vardı.
Eliyle elbisesinin eteğini düzeltirken, sanki onaylanmamışlığın yükünü sırtına almıştı.
Kalabalığın içinden geçerken başını eğmemeye çalıştı.
Ama çenesindeki kaslar gergindi.
Bir kelime etmedi.
Sadece yürüdü.
Ve Leya, annesinin ardından bakarken, ilk kez o aynaya bir düşman gibi bakmak istedi.
Ama hâlâ içinden bir ses:
“Ya Femvertia haklıysa?”
“Ya gerçekten böyle görünüyorsam?”
Çatlak büyümeye başlamıştı.
Henüz kırılmamıştı belki, amâ artık ayna yalnızca yansıtmıyor, sorgulatıyordu.
Ayinden sonra ne anne konuştu ne Leya.
Kalabalık dağılmıştı.
Aynalar sustuğunda sokaklar daha boş, daha ağır hissettirmişti kendini.
Adımları bir süre eşit ritimdeydi.
Ne hızlı ne yavaş.
Kristal Ayna’nın parıltısı arkalarında kalmıştı ama fısıltıları hâlâ üzerlerindeydi.
Ses yoktu.
Sadece topuk sesleri.
Sadece rüzgârın aynalı duvarlarda kaybolan sesi.
Bir köşe dönerken Leya, annesinin bakışlarını fark etti.
Kadının çenesi hafifçe titriyordu.
Ama durmadı.
Omzunu biraz daha dik tuttu.
Gözlerini yere indirmedi.
Yaralıydı, ama hâlâ dimdik yürüyordu.
Ta ki bir adımda nefesi kesilene kadar.
Bir şey içinden çökmüş gibi oldu.
Ve aniden, hiçbir kelime etmeden ağlamaya başladı.
Sakin değil, gözyaşlarıyla değil; içini sıkan, boğan, bastıramadığı, titreyerek gelen bir ağlayıştı bu.
Ne bir çığlık vardı ne bir kelime.
Ama bu, kendine bile itiraf edilemeyen bir kırılmaydı.
Femvertia’nın aynasında görünmeyen yanlarını fark etmenin değil, toplumun ortasında fark edilmemişliğin acısıydı bu.
Kadın durdu.
Yüzünü elleriyle kapatmadı.
Koşmaya başladı.
Etekleri ardında savruldu.
Ayakkabılarının sesi, dar sokaklarda yankılandı.
Aynalı duvarlar onun ağlayışını yansıttı — ama kimse duymadı.
Ve Leya, arkasından sadece baktı.
Hiçbir şey söylemedi.
Hiçbir adım atmadı.
Sadece izledi.
İlk kez annesinin güçlü olmadığını görmüyordu.
İlk kez onun kırıldığını hissediyordu.
O an, Leya’nın içinde bir şey sessizce değil; içeriden ve derin bir acıyla kırıldı.
Ne sesi vardı, ne gözyaşı.
Ama bir şey koptuğunda, yerine hiçbir şeyin gelemeyeceğini hissetti.
Femvertia’nın sesi değil — onun söylediğine inanma ihtiyacı yok oldu.
Kökünden, sökülür gibi.
Annesi koşarak uzaklaşırken,
Leya yerinden kıpırdamadı.
Yalnızca baktı.
Uzun uzun.
Ve ilk kez, gördüğü şeyin anlamını taşıyamadığını fark etti.
İçinde bir sessizlik yayıldı.
Soğuk, kararlı, geri dönülmez bir sessizlik.
Ve içindeki o görünmez ayna, bir daha toparlanamayacak şekilde kırıldı.
Ertesi sabah, Leya her zamanki gibi kalktı.
Yüzünü yıkadı fakat saçlarını toplamadı.
Aynanın karşısına geçti.
Yüzüne baktı.
Uzun, kesintisiz, suskun bir bakışla.
Ne tarak aldı eline, ne sabun, ne renkli bir merhem.
Hiçbir şey yapmadı.
Sadece baktı.
Ama ilk defa, gerçekten baktı.
Gözlerinde ne arzu vardı ne arayış.
Sadece öfke.
Ona yıllardır yetersiz olduğunu fısıldayan, her kusurunu sevimli süslerle kapatmaya çağıran o ayna artık sessizdi.
Femvertia konuşmuyordu.
Çünkü aynalar, insanlara sadece duymak istediklerini fısıldardı.
Ve Leya artık hiçbir şey duymak istemiyordu.
Hiçbir onay, hiçbir teselli, hiçbir “ışılda” cümlesi…
Bir süre daha aynayla bakıştı.
Sonra yavaşça çekmeceyi açtı.
Makası çıkardı.
Gözünü bile kırpmadan, bir tutam saçını tuttu.
Ve kesti.
Sonra bir tutam daha.
Bir tutam daha…
Kesilen her saç teliyle birlikte, bir yük indi omuzlarından.
Bir aidiyet daha gitti.
Bir parmak izi daha silindi.
O gün Leya, ne güzel olmak istedi, ne fark edilmek.
Sadece kendi olmak istedi.
Ve bu, şimdiye kadar yaptığı en cesur şeydi.
Leya, sabah aynanın karşısına geçmişti.
Saçları kesikti.
Düzensiz.
Yer yer yamuk.
Ama gözleri sakince doluydu.
Annesi onu o hâlde ilk gördüğünde, gözleri büyüdü.
Eli dudaklarına gitti.
Sanki bir küfür duymuş gibi irkildi.
Bir tanrıçaya hakaret edilmişti.
“Tanrılar… kızacak,” dedi kısık sesle.
Leya ona baktı.
Bir an.
Sonra gülümsedi.
İlk kez.
Gerçekten, içinden gelen bir gülümsemeydi bu.
Tuhaf, garip bir huzurla karışık.
Korkusuzdu.
Ardından, ne giydiğini düşünmeden evden çıktı.
Üzerinde ne vardı, saçları nasıl görünüyordu, elleri temiz miydi, yüzü solgun muydu — hiçbiri umurunda değildi.
Sokağa indi.
Yavaş adımlarla pazara yöneldi.
Ve herkes döndü.
Baktılar.
İncelediler.
Kimi kaşını çattı, kimi gözlerini devirdi.
Bazıları usulca eğildi, kimi yolunu değiştirdi.
Ama en çok fısıldaştılar.
Aynaların yıllardır ona söylediği şeyleri, bu sefer insanlar söylüyordu.
Ama artık cümleler tanıdıktı:
“Ne yapmış kendine?”
“Bu ne hâl?”
“Hiç mi aynaya bakmadı?”
Ve sesler çoğaldı.
Bir fısıltı korosuna dönüştü.
Güzellik ürünleri satan satıcılar tezgâhlarının başından seslendiler:
“Yüzüne biraz renk vereyim kızım!”
“Şu sabunu dene, ilk sefer bedava!”
“Saç serumumuz harika, üç günde düzeltir!”
Hepsi bir telaşla onu eski hâline döndürmeye çalışıyordu.
Ama Leya yürümeye devam etti.
Ne hızlandı, ne durdu.
Yalnızca gülümsedi.
İçinden değil.
Olduğu hâliyle.
Ve sonra durdu.
Kalabalığın arasında, pazarın ucunda göze çarpmayan bir tezgâhın önünde.
Üzerinde kadınlara hitap eden hiçbir şey olmayan, erkek ürünleriyle dolu bir tezgâh.
Renkli ambalajlar yoktu.
Parıltılı etiketler, inci simgeleri, çiçek desenleri de.
Sade, griye çalan kalıplar…
Bir sabun gözüne ilişti.
Eline aldı.
Çevirdi.
Bir şey sormadan önce bir süre baktı.
Sonra satıcıya döndü:
“Fiyatı ne kadar?” diye sordu.
Satıcı omzunu silkti.
“Üç akçe,” dedi.
“Sade sabun. Erkekler için.”
Leya başını eğdi.
Gülümsedi mi, düşüncelere mi gömüldü — belli değildi.
Sadece bir anlığına durdu.
Çünkü bu sabunu daha önce görmüştü.
Kadınlar için ayrılmış tezgâhlarda.
Kutusunda lavanta çiçeği resmi olan, “gül özlü”, “ferahlatıcı”, “yenileyici” yazan o sabun.
Aynı sabun.
Ama orada…
Beş akçeydi.
Leya hiçbir şey demedi.
Sabun, kaba bir kâğıda sarılmıştı.
Ne bir desen, ne bir süs, ne de tanıdık bir etiket.
Sade, gri, düzensiz bir kalıptı.
Parmaklarını sabunun üstünde gezdirdi.
Kaygan, hafif pürüzlü.
Tanıdık bir his.
Sonra sabunu hafifçe yaklaştırdı yüzüne.
Bir koku aldı.
Keskin olmayan, ama yıllardır elinin, teninin tanıdığı bir koku.
Lavanta.
Yavaşça gözlerini kısmadan, mırıldanır gibi düşündü:
“Bu sabun…”
Aynıydı.
Pazardaki kadın tezgâhlarında satılanlarla.
Etiketi pembeydi o sabunların.
Üzerinde “ferahlatır”, “yeniler”, “senin için” yazardı.
Bu sabunsa sadece sabundu.
Ama dokusu aynıydı.
Kokusu aynıydı.
Ve fiyatı, iki akçe daha ucuzdu.
O an bir şey olmadı.
Ne gök gürledi, ne bir ayna çatladı.
Ama Leya’nın içinde, yavaşça şekillenen, sertleşen bir düşünce ağırlaştı:
“Farklı olan biz değilmişiz. Farklı olan sadece etiketmiş.”
Ve bu düşünce, bir sabun kalıbı kadar basit, bir yalan kadar keskin geldi ona.
Leya sabunu eline aldı.
“Bunu almak istiyorum,” dedi.
Satıcı durdu.
Kıpırdamadı.
Sanki bu cümleyi ilk kez duyuyordu.
Gözleri sabunla Leya arasında gidip geldi.
Sonra kaşları hafifçe çatıldı.
“Bu…”
Sesi boğuk çıktı.
“Kadınlar için değil.”
Sanki yanlışlıkla dile gelmiş bir kuraldı bu.
Sanki kendisinin bile tam inanmadığı bir ezber.
Yutkundu.
“Emin misin?” diye sordu.
İçgüdüyle arkasındaki aynaya baktı.
Sanki orada bir bakış yakalayacakmış gibi.
Sanki bir onay, bir kınama gelecekmiş gibi.
Çünkü korkuyordu.
Ama Leya durmadı.
Gözlerini kaldırdı.
Yavaşça aynaya çevirdi bakışını.
Yüzü ifadesizdi.
Ayna ona bakıyordu.
Ama ilk kez Leya, bakmak için değil, görmek için bakıyordu.
“Eminim,” dedi.
Sesindeki dinginlik, satıcının bakışını kaçırmasına yetti.
Adam gözlerini yere indirdi.
Sanki bir günahın ortağı olmuş gibi durdu.
Ama Leya gözlerini aynadan çekmedi.
Çünkü bu defa aynadan onay istemiyordu.
Ve o an, aynada bir çizgi belirdi.
Küçük, zar zor fark edilen, bir sızı gibi ilerleyen bir çatlak.
Hiçbir ses çıkmadı.
Kimse fark etmedi.
Ama Leya gördü.
Zar zor seçilen bir çatlaktı.
Ama öyle yerindeydi ki, sanki Leya’nın tam göz hizasından geçiyordu.
Hiçbir şey söylemedi.
Ama ilk kez bir soruya, kendi sesiyle verdiği cevabın içinde sağlam durduğunu hissetti.
Leya sabunu eline aldı.
Parasını tezgâha bıraktı.
Satıcı bir şey demedi.
Demeye cesaret edemedi.
Leya dönüp arkasına bakmadı.
Yavaşça yürümeye başladı.
Sokaklar tanıdıktı.
Tezgâhlar, insanlar, fısıltılar hep aynıydı.
Ama bir şey değişmişti.
Gözleriyle değil, adımlarıyla fark ediliyordu artık.
Hiç kimse yolunu kesmedi.
Hiç kimse yardım etmedi.
Hiç kimse “aferin” demedi.
Ama Leya ilk kez, hiç kimsenin sözüne ihtiyaç duymadan yürüyordu.
Ve her adımında, çıt sesi çıkmadan, bir başka ayna daha çatlıyordu.
Bu hikâye, Melih Güney tarafından, güzellik endüstrisinin görünmeyen dinamikleri olan Femvertise ve Pink Tax kavramlarına; metafor bir evren üzerinden eleştirel bir ışık tutmayı amaçlamak için oluşturulmuştur.